Dünden Bugüne Türk Sinema ve Sanatı Bölüm 1

 

Türk Sinemasının İlk Yılları

Türk sinemasının hikâyesi, 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı ile başlar. Bu, “ilk Türk filmi” olarak kabul edilir ama aslında bir belgesel kayıttan öteye geçmez. 1920’ler ve 30’larda sinema denemeleri devam etti, fakat bu dönemin filmleri daha çok kısa skeçler, fıkra uyarlamaları, hafif melodramlardan ibaretti. Sanatsal bir dil, toplumsal bir derinlik yoktu. Sinema, halkın eğlencesi için kullanılan bir oyuncak gibiydi.

1930’lardan 50’lere gelindiğinde, Yeşilçam’ın temelleri atılmaya başladı. İstanbul’un Beyoğlu semtinde küçük yapımcıların, yönetmenlerin ve sinema salonlarının oluşturduğu bir sektör doğdu. Filmler çoğalmaya başladı, seyirci salonlara akın etti. Ama içerik hâlâ sığdı: klişe aşk hikâyeleri, kahramanlık masalları, basit komediler. Sinema vardı, ama sanat henüz yoktu.

Sanata Evrilen Dönem

1960’larla birlikte Türk sineması yeni bir evreye girdi. Köyden kente göç, sınıf farkları, adalet arayışı, işçi sorunları gibi toplumsal temalar perdeye taşındı. Sinema artık sadece eğlence değil, bir ayna oldu. Metin Erksan’ın Susuz Yaz’ı Berlin’de Altın Ayı ödülü aldı, Lütfi Akad’ın Hudutların Kanunu Anadolu insanının çilesini beyaz perdeye taşıdı. Atıf Yılmaz, Ertem Göreç gibi isimler toplumsal gerçekçiliği sinemaya soktu.

İşte bu dönemde sahneye çıkan bir isim, Türk sinemasının kaderini değiştirdi: Yılmaz Güney. Onu sadece bir aktör olarak görmek mümkün değildi; yazdı, oynadı, yönetti, yapımcılık yaptı. Kimi zaman halkın kahramanı, kimi zaman sistemin baş belası oldu. Sanatıyla da, siyasi duruşuyla da sinemaya damgasını vurdu.

Yazımızın devamı: “Yılmaz Güney’in Hayatı ve Siyasi Mücadelesi”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yazmak Yetmez, Yakmak Gerek – Biz Neden Yazarız?

Yazmak Yetmez, Yakmak Gerek – Bölüm II