Yazmak Yetmez, Yakmak Gerek – Bölüm II
Önceki yazılarımızda "Yazmak Yetmez, Yakmak Gerek – Biz Neden Yazarız?" demiştik.
Bu yazı dizimizde devamı yazıyoruz...
Yazmak Yetmez, Yakmak Gerek – Bölüm II
“Sessiz Kalemler”
Yazmak da bir tür oynamaktır. Ama sıradan bir oyun değil bu.
Yazar; sahneyi kuran bir senaristtir. Aynı zamanda sahneyi yöneten bir yönetmen. O sahnede oynayan tüm karakterlerin ruhudur. Ve o hikâyeyi yaratan tanrıdır. Her kelimesinde bir kader, her satırda bir nefes, her bölümde bir dünya vardır.
Sanat ne olursa olsun – yazı, görsel, sahne ya da ses – ayrılmaz bir ana temele bağlıdır: İnanç.
Önce sen inanmalısın.
Bir okuyucuya, izleyiciye, herhangi bir insana bir şeyi hissettirmek istiyorsan, önce sen o duyguyu inşa etmiş, yaşamış ve hazmetmiş olmalısın.
Yani yazar; kendi satırlarını yazarken önce kendiyle yüzleşmelidir.
Şu soruyu kendine sorabilmeli:
“Ben bu yazıya inandım mı?”
Çünkü inanmadan yazılmış her satır, karşı tarafa boş bir ses gibi ulaşır. Söz vardır sarsar, söz vardır unutturur. İnançsız yazı; okurun zihninde sadece “geçici” bir iz bırakır.
Ama inançla yazılmış bir satır; okuyanın göğsüne batar, orada kalır ve yıllar sonra bile kanatabilir.
Yazarken Sahne Kurulmalı
Bir yazar, yazdığı esere dışarıdan bakabilmeli.
Kendi yazdığını bir başkasının kaleminden çıkmış gibi okuduğunda, ne hissediyorsa o hissin peşinden gitmeli.
"Bu sahneye ben güler miydim?"
"Bu hikâyede ben heyecanlanır mıydım?"
"Bu kadına ben aşık olur muydum?"
"Bu satır beni silkeleyecek kadar gerçek mi?"
İşte yazarlık budur. Ezberden yazmak değil; kendini bir okur gibi yeniden doğurmak…
Ve sonra doğurduğun o metni bile yakacak kadar cesur olmaktır.
Kitaplar Sayfalarla Değil, Anlamla Tartılır
Bin sayfalık kitap da yazarsın, ama içi saman olabilir.
On sayfalık bir öykü de yazarsın, ve o metin bir milletin uyanışına sebep olur.
Çünkü metnin gücü sayfada değil, anlamda saklıdır.
Ve anlam, yazarı terletmeden, titretmeden, sabahları düşünceyle uyanmasına sebep olmadan ortaya çıkmaz.
Yazmıyorsan, Yanamıyorsun
Bazı insanlar yaşar ama anlatamaz.
Bazıları susar ama kalemi bağırır.
Eğer gerçekten yazmak istiyorsan önce şunu bil:
Yazmak; sadece kelime üretmek değil, bir parça yanmak demektir.
Ve işte o yanış, seni sıradan bir yazardan “ateşle yazan” birine çevirir.
“Wise Man Olarak Yazmak” – Ezberden Değil Gerçekten
Bugün, geçmişteki büyük yazarları taklit edebilirim.
O kelime kalıplarını kullanarak cümleler döşeyebilirim.
Evet, belki “edebi” görünür. Belki “ustaca yazılmış” denir.
Ama asıl soru şu:
“Ben kimin duygularını yazdım?”
“Benim zihnimdeki sahne mi bu, yoksa onların miras bıraktığı bir kopya mı?”
Tolstoy gibi yazabilirim.
Kafka gibi de.
Proust’un cümlelerine öykünerek anlatabilirim bir kadını ya da bir sabah uyanışını.
Ama o zaman Wise Man olmam.
Sadece bir yankı olurum.
Çünkü yazar dediğin, sesiyle değil sesi olamadıklarının iç sesiyle var olur.
Bir karaktere nefes verir, o karakterin gözünden dünyaya yeniden bakar.
Kimi Zaman Arjin Oldum, Kimi Zaman Bahar…
Ben hikâyelerimde kimi zaman Arjin’i anlattım; bir aşkı değil, yüreğindeki isyanı yazdım.
Bazen Ali’yi yazdım, ama bir adamdan çok, insan doğasının karanlık yüzünü çizdim.
Melis, Bahar, Defne, Selin…
Onlar sadece kadın karakterler değil, bir toplumun iç sesini taşıyan canlı maskelerdi.
Kimi zaman karizma bir yönetici,
kimi zaman bir suikastçı, bazen bir anne, bazen de herkesin unuttuğu bir yalnız…
Ben yazarken hiç demedim:
“Kim beni tanıyor ki?”
“Kim kitabımı satın alır ki?”
Çünkü biliyordum ki, bir yazar yazmazsa, var olamaz.
Okunmak güzeldir ama yazılmayan gerçek, hiçbir zaman duyulmaz.
Gerçeğini Bilmeden Yazma
Bir yazar, önce kendini gözlemlemeli.
Kendi iç sesini duymadan karakterin iç sesini nasıl duyuracak?
Ezber kalıplardan çıkmadan, toplumun hazır laflarını tekrar etmeden, yeni bir cümle kuramazsın.
Yeni bir düşünce de doğuramazsın.
Ve yazının gerçek bir “yaratım” olduğuna kendini ikna edemezsin.
Sen; bir yazar olarak sadece hikâyeleri değil,
kendi düşünce şeklini yaratmalısın.
İşte o zaman seni kimse taklit edemez.
Ve işte o zaman “yazdıkların” değil, sen yazan olarak hatırlanırsın.
Bitti mi? Bitmedi.
Yazar olmak bir başlangıç değil,
her yazıda kendini yeniden başlatma meselesidir.
Bir Köpeğin Hikâyesiyle Başlayan Yazar
İlk yazdığım kitabı hatırlıyorum...
Ne kelime haznem vardı, ne de doğru düzgün bir teknik bilgim.
Sadece içimde, yıllar öncesinden kalma bir yazma arzusu vardı.
Ne bir editör tanıyordum, ne yayınevi ne de yazar çevresi. Ama hikâyem vardı.
Ve o hikâye, çok uzak bir çocukluk anısında yatıyordu.
Bir köyde yaşarken bir köpeğimiz vardı. Adı “Kasap.”
Sıradan bir çoban köpeği gibi görünürdü ama o köydeki her köpeğin gözünde başka bir figürdü:
Lider, yargıç, infazcı...
O Sahne Hâlâ Gözümde
Kasap, bir gün köydeki diğer köpekleri toplamıştı.
Sanki görünmeyen bir dilin komutuyla hepsi daire olmuştu.
Kasap, baş köşeye oturmuştu.
Her baş hareketiyle bir köpek ortadaki boşluğa giriyor, sanki sorgu veriyordu.
O gün konu, faili meçhul bir köpek cinayetiydi.
Kasap, diğer köpeklerle birlikte ‘suçluyu’ belirlemişti.
Ve sadece gözleriyle verdiği bir emirle infaz gerçekleşmişti.
Ertesi gün köyün dışında bir köpeğin leşi bulundu.
Kasap yargılamıştı.
Kasap infaz ettirmişti.
Bu Hikâyeyi Yazdım – Ama “Ben Yazdım” Demedim
204 sayfalık bir kitap haline getirdim bu hikâyeyi.
Ama sadece son iki sayfada Kasap’ın kim olduğu ortaya çıkıyordu.
Geri kalanında satır satır, bir köydeki hayatı, doğanın içindeki adaleti ve hayvanların arasında bile nasıl bir düzen olduğunu anlattım.
Kitabı bir arkadaşıma verdim, ama şöyle dedim:
“Biri gönderdi. Oku bakalım, basıma değer mi?”
Arkadaşım hat sanatı ustasıydı. Kibar ama keskin bir zevki vardı.
Birkaç gün sonra beni aradı.
Kitabı öve öve bitiremiyordu.
Hatta “bu kadar özgün bir hikâye anlatımı uzun zamandır okumadım” dediğinde şaşkındım.
Ona yazarı ben olduğumu söylediğimde sessizlik oldu… sonra bir cümle söyledi:
“Sen bunu yazdıysan, sen artık yazarsın.”
Yazmak Cesarettir – Ama Önce Sessiz Bir Onaydır
İlk kitabımda ne para kazanma hayalim vardı, ne adımın duyulması arzusu.
Tek amacım, yazdığım şeye inanmak ve bir başka insanın da o sahneyi benim gördüğüm gibi görüp göremeyeceğini test etmekti.
Ve gördü.
Bu da bana yazarlığın ilk kuralını öğretti:
Kibirle değil ama onurla yaz.
Önce kendi inandığın şeyi yaz.
Kimin okuyacağını, ne zaman anlaşılacağını düşünmeden yaz.
Çünkü hakikat beklemez ama sabır da sınavdır.
🔥 Netice?
Yazmak yetmez.
Yakmak gerekir.
Kendi geçmişini, tereddütlerini, korkularını ve bir köpeğe duyduğun hayranlığı bile bir sahneye dökerek yazmıyorsan, sen yazar değil, sadece kelime tüccarısın.
Ve unutma:
Bir köpeğin bile hikâyesi, bir romanın anahtarı olabilir.
Yapay Zeka ile Yazmak mı, Yapay Yazarlık mı?
Evet, teknoloji ilerliyor.
Yapay zekâ artık bir araç, bir yardımcı, bir ses danışmanı.
Ama son zamanlarda bir şey dikkatimi çekiyor:
“20 dolar ver, bir ayda 10 kitap çıkar, Amazon’a yükle, köşeyi dön…”
Yani kelime fabrikası kurar gibi yapay zekâya komut verip “kitap” yazdıran bir kesim var.
Ama yazı dediğin şey; kelime üretmek değil, anlam doğurmaktır.
Yapay Zekâyı Ben de Kullanıyorum
Ama nasıl?
Ben hikayemi yazıyorum, fikrimi söylüyorum, sonra yapay zekâya dönüyorum:
“Şunu gözden geçir.”
“Bu bölüm fazla mı uzun?”
“Buradaki karakter çok mu düz ilerliyor?”
“Cümleler dengeli mi, akışta bir kırıklık var mı?”
Yani bir fikir alışverişi yapıyoruz.
Klasik yazarlar da bunu editörleriyle, yayın kurullarıyla yapıyordu zaten.
Ben sadece dijital bir editör kullanıyorum.
Ama ne oluyor?
Bazı "zeki girişimciler", günde üç-beş metin üretip içi boş kitapları e-kitap raflarına diziyor.
Okur da bakıyor: başlık havalı, kapak güzel, sayfa sayısı dolu...
Ama açıyor içini... Ruh yok.
Ne duygu var, ne tutku.
Ne karakter derinliği, ne düşünsel kıvılcım.
Ne okurun zihninde yer edecek bir sahne, ne kalbinde iz bırakacak bir cümle.
Buna yazarlık denemez.
Bu, hem okura ihanettir hem de yazının kutsal yaratımına.
Gerçek Yazar, Her Şeyi Kullanır Ama Kendini Kandırmaz
Yazmak, emekle kutsanmış bir eylemdir.
Kelimelerin ardında bir ses varsa, bir nefes varsa, işte o zaman yazı canlıdır.
Yoksa boş bir kabuk… satır satır ölüm…
Ruhsuz bir yazı, etiketli bir sahte parfüm gibidir.
İlk koklayışta etkileyebilir ama zamanla baş ağrıtır, sahteciliği anlaşılır.
Sanatın özü dürüstlüktür.
Yapay zekâ da bu dürüstlüğe destek olabilir ama asla yerini alamaz.
Kaleminiz Size Yalan Söylemesin
Yazarlık öyle her sabah kalkıp “bugün bir kitap yazayım” diyerek başlanacak bir iş değildir.
Yazarlık, içten içe kanayan bir yaranın kaleme dönüşmesidir.
Seni dürten bir gerçek varsa, geceleri uykunu kaçıran bir düşünce varsa, işte orası yazının başlangıcıdır.
Yazmak; biraz deliliktir, biraz yalnızlık, bolca dürüstlüktür.
Ve unutma:
Kalemin sana yalan söylememeli.
Sen de yazdıklarınla insanlara palavra satmamalısın.
Cümlelerin şatafatlı ama içi boşsa; o kitap değil, sadece kâğıt israfıdır.
Bugün yapay zekâdan, algoritmadan, görsel tasarımdan yardım alabilirsin.
Ama ne yaparsan yap, kendini kandırma.
Çünkü yazdığın şey önce senin vicdanına, sonra da okurun kalbine dokunmalı.
Eğer bunu başaramıyorsa, yazma. Okuyucuya zamanını çalma.
Sadece “bir kitap daha” olsun diye yazarsan, kalabalığı artırırsın ama iz bırakmazsın.
Wise Man'dan Öğüt: Yazmak Cesaret İster, Yazdığını Savunmak Onur
Gerçek yazar, yazdığını savunabilecek kadar inançlı, yazamayacağı kadar da dürüst olmalıdır.
Eğer yazdığın satırın arkasında duramıyorsan, yazma.
Eğer senin için hiçbir anlam ifade etmiyorsa, başkasına da hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Yazmak, iz bırakmaktır.
Ve gerçek izler sadece ayakla değil, yürekle atılır.
Bir sonraki yazımız yaratıcı yazar tekniklerinin detaylı anlatımı olacak...
Arşivimize bakmak istiyorsanız... Aşağıdaki linklerden diğer yazılarıma bakabilirsiniz.
Arşiv 1 Arşivden diğer yazılarımıza da ulaşabilirsiniz.
Arşiv 2 Arşivden diğer yazılarımıza da ulaşabilirsiniz.
Bizi takip edin...
Wise Man...
Yorumlar
Yorum Gönder