Hayvan Ruhlu Adamlar

 



Sabahın körü.

Daha güneş bile utanmış, tam doğmamış.

Ben çoktan uyanmışım.

Uyanmak değil de, uyuyamamışım aslında.

Bir öfkeyle, bir tiksintiyle geldim şu çay ocağına.

Demlik fokur fokur kaynıyor, çaycı ocağın başında sessiz.

Ama masalarda oturanlar sessiz değil.

Hiç de değil.


İşçi takımı…

Kimisinin elinde tespih, kimisinin cebinde iPhone, kimisinin gözlerinde kadın.

Konuşmalar fısıltı gibi ama ne dedikleri belli:

“Dün akşam gördün mü story’yi? Nasıl kafayı çekmiş… O kız aslında şeymiş…"


Kafamda tek bir cümle dolanıyor:

"Amele olmak insanlıktan çıkmak mı demek ulan?"

Hayır. İşçilik onurlu bir şey.

Ama senin beynin 1950 modelse, elinle taş taşıman beni etkilemez.

Çünkü senin taşıdığın en ağır yük cehaletin.


Gülümsüyorlar birbirlerine, ama her biri fırsat kollayan bir avcı.

Kadın gördü mü dili dışarıda.

Kendi kızını “namus” diye eve kilitliyor,

başkasının kızına story’den kalp gönderiyor.


"Allah büyük," diyor biri.

Ama maaşı azaldı mı devletin anasını küfürle doğurtuyor.

Bağnaz, ama kurnaz.

Obur, ama dindar görünüyor.

Vicdan sıfır, görüntü on numara.


Biliyorum birçoğunu.

Mahalleden, sokaktan, pazardan...

Kimi şoför, kimi kalıpçı, kimi “kahvehane filozofu.”

Hepsinin ortak noktası:

Merhametsiz.


Ve işte bu yüzden diyorum ki:

Keşke onlar ölse de, çocukları, kızları, kadınları yaşasa.

Çünkü onların gölgesinde kimse güneşe ulaşamıyor.

Kadınlar yaşlanmadan çöküyor,

çocuklar adam olmadan ölüyor,

genç kızlar daha hayal kuramadan “namus bekçisi” oluyor.


Belki yanlışım, belki çok ağır konuşuyorum.

Ama ben o çocuğun gözündeki korkuyu gördüm.

O kadının titreyen ellerini gördüm.

Kızının telefonunu gizli gizli kontrol eden adamın karısını gece nasıl hor gördüğünü duydum.

Kulağımla değil.

Kalbimle duydum.


Ve işte o yüzden...

Bugün bir çay ocağında, sabahın sessizliğinde,

tek başıma otururken,

içimden geçen dua şu oldu:


"Tanrım, lütfen şu hayvan ruhlu adamlardan önce kadınları, çocukları ve umutları kurtar."



Yaşamak Herkesin Hakkı mı?”


Bir gün sosyal medyada bir söz okudum:

"Çok cahilsin, keşke ölsen."

Bir bilim adamı demiş güya.

Önce kahkaha attım, çünkü laf cuk oturmuş.

Sonra sustum. Çünkü içimde bir ses fısıldadı:

“Bu kadar ağır konuşmak doğru mu?”


Ama sonra bir düşünmeye başladım…

Gerçekten bazı insanlar, sadece cehaletle kalmıyor.

Onu yüceltiyorlar.

Onu bir kimlik haline getiriyorlar.

Sanki “cehalet” bir başarı, bir dik duruşmuş gibi savunuyorlar.


Adam hiçbir şey bilmiyor ama her şeyi eleştiriyor.

“Ben böyleyim” diyor.

Bilim yalan, tarih komplo, kadın şehvet, sanat günah…

Okumuyor ama fikri var.

Anlamıyor ama yargılıyor.

Bilmiyor ama bağırıyor.

Ve sonra bir de utanmadan:

“Bize laf edemezsin, yaşamak herkesin hakkı.”


Peki gerçekten öyle mi?

Yaşamak herkesin hakkı mı?


Elbette öyle, teoride…

Ama pratikte bazıları sadece kendi varlığıyla başka insanların hayatını mahvediyor.

Kimi kadını dövüyor.

Kimi çocuğunu sindiriyor.

Kimi çevresine toksik fikirleriyle zehir saçıyor.

Kimi yaşarken öldürüyor:

Umudu, vicdanı, güzelliği, adaleti.


Ve sen o zaman diyorsun ki:

“Lan keşke yaşamasaydı.”


İşte tam o noktada o bilim adamının sözü gelip oturuyor zihninin orta yerine:

"Çok cahilsin, keşke ölsen."

Birden artık komik gelmiyor.

Birden artık sert değil.

Birden sadece gerçek gibi oluyor.


Çünkü yaşamak hak değil bazen, imtihan.

Ve bazıları o imtihanda sadece kendini batırmıyor;

başkalarını da peşinden sürüklüyor.


Ama işin trajedisi şu ki:

Ölmesini dilediğimiz adamlar ölmüyor.

Hatta yaşıyor, çoğalıyor, kürsülere çıkıyor.

Ve hala konuşuyorlar.

Hala fikrini söylüyorlar.

Hala “ben böyleyim” diyorlar.


Ve biz susuyoruz.

Gülüp geçiyoruz.

İçimizde o bilim adamının laneti yankılanıyor:


“Çok cahilsin, keşke ölsen.”

Belki vicdanımıza sığmıyor ama…

Gerçeğe çok yakın.

Wise Man...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yazmak Yetmez, Yakmak Gerek – Biz Neden Yazarız?

Ben Halkçıyım – Ne Sağcıyım, Ne Solcu

Yazmak Yetmez, Yakmak Gerek – Bölüm II